• sanalbasin.com üyesidir

SULTAN II. ABDÜLHAMİT İNGİLİZLERE NİÇİN SIĞINDI

Bugünkü köşe yazımı Van ve Gaziantep eski AKP millet vekili  Kültür ve Milli Eğitim eski bakanı, Öğretim Üyesi Hüseyin Çelik'in  http://www.huseyincelik.net/ sitesinde yayınladığı SULTAN II. ABDÜLHAMİT İNGİLİZLERE NİÇİN SIĞINDI? yazı dizisinin tamamını sizinle paylaşmak istedim. Yazıyı okurken başında belirtiği gibi olayları veya kişileri  değerlendirirken Lineer mantık açısından ve sublimasyon yaklaşımlardan uzak olarak degerlendirmeler yapmamız gerektiğini bir kez daha ben alnamış oldum. Hepimizin böyle bakması ve değerlendirmesi ümidiyle; 

SULTAN II. ABDÜLHAMİT İNGİLİZLERE NİÇİN SIĞINDI

Bizde oldum olası, tarihi şahsiyetlerle ilgili olarak ifrat veya tefrit uçlarında dolaşan bir yaklaşım vardır. İçinde bulunduğumuz camiaların peşin kabullerine dayalı olarak sevdiklerimize toz kondurmazken sevmediklerimizi ise yerin dibine geçiririz.

Aslında söz konusu yaklaşım, eğitilme tarzımızla da doğrudan ilgilidir. Bizler lineer bir yaklaşımla yetiştiriliyoruz. Buna, düz mantık da denebilir. Bize göre bir şey ya iyidir, ya da kötüdür; ya siyahtır, ya da beyazdır; ya güzeldir, ya da  çirkindir. Bu yaklaşım asla ara ton tanımaz. Halbuki hayatın ve eşyanın tabiatı bu yaklaşıma tamamen zıttır.

Lineer mantık, bizde ayrıca sublimasyon, yani gereksiz derecede yüceltme, adeta tanrılaştırma denen bir hastalığın yerleşmesine yol açmıştır. Fatih’i, Yavuz’u veya Kanunî’yi mi seviyoruz, onların da insan olduğunu, etten kemikten yaratıldıklarını, aşklarının, sevgilerinin, nefretlerinin, korkularının, endişelerinin ve zaaflarının olduğu gerçeğini unutuyoruz. Sultan Abdülhamid’i mi seviyoruz, onun etrafında efsaneler üretiyor ve onu adeta kutsuyoruz. Atatürk’ü mü seviyoruz, işi adeta tapınma derecesine vardırıyoruz. Tam tersine eğer bu tarihi şahsiyetleri sevmiyorsak, işi nefret derecesine vardırıp sabah akşam onlara hakaret ediyor, iftira ediyor hatta küfrediyoruz.

Bir milletin milli hatıraları olan tarihe ve tarihi şahsiyetlere bu şekilde yaklaşmak aynı zamanda patolojik bir vakıadır. Çünkü aşk kusur göstermez; kin ve nefret de iyilik ve sevap göstermez. Hele ki, aşklarımızı ve nefretlerimizi ideolojik saplantılarımız belirliyorsa takım tutar gibi padişah, devlet adamı, şair ve yazar tutmaya başlarız. En iyi şairi, dünya görüşümüze, ideolojik tercihlerimize uymuyor diye yok sayarız. Halbuki, bir sanatkarı sadece İdeolojik kriterlere göre değerlendirmek bülbülü eti için öldürmek gibidir. 

Bir başka sıkıntı da, tercihlerimizin reaksiyoner olmasıdır. Solcular, KemalistlerSultan Abdülhamid’e “Kızıl Sultan” mı diyor, o zaman, o, bizim için “Ulu Hakan”dır. 

Hiç şüphe yok ki, Sultan Abdülhamid’i deviren İttihat ve Terakki Partisi’nin kötü yönetimi, bir kez daha “Gelen, gideni aratır.” atasözüne hak verdirdi. Daha önce sırılsıklam Abdülhamid muhalifi olan bir çok şair ve yazar, bu yönetimi görüp yaşayınca,Sultan’dan özür dileyen, pişmanlıklarını dile getiren yazılar ve şiirler yazdılar. Burada üzerinde durulması gereken husus şudur: Gelenin daha kötü olması gideni iyi yapar mı?Yine bir atasözümüz der ki “körler memleketine şaşılar padişah olur” Körlüğe karşı şaşılık daha iyi olabilir ama bu bizim şaşıya badem gözlü dememizi gerektirir mi? Komünizm çok kötüydü. Komünist diktatörler milyonlarca insanın kanına girdiler. Sonunda komünizm çöktü. İnsanlar düğün bayram ettiler. Ne var ki, eski komünist yöneticiler bir anda kapitalist oldular ve kapitalizmi en vahşi şekliyle uygulamaya başladılar. Yeni dönemin ultra zenginleri yanında geniş halk kitleleri sefil oldular. Bundan dolayı demir perde ülkelerinin önemli bir kısmında bugün iyileşen şartlara rağmen, komünist döneme ciddi bir özlem var. Bu durum, komünizmin iyi olduğunu gösterir mi? Aynı şekilde, İttihatçıların devlet yönetimine acemiliği, zorbalığı ve çeteciliği bulaştırması,Sultan Abdülhamid dönemini İstibdat Dönemi olmaktan çıkarır mı?

İdeolojik muhalif ve muarızlarımız, genel olarak Osmanlı padişahlarından nefret mi ediyor ?

İdeolojik muhalif ve muarızlarımız, genel olarak Osmanlı padişahlarından nefret mi ediyor, o zaman biz onlara adeta “ismet sıfatı”nı layık görüyoruz. Halbuki İsmet sıfatı, yani günahsızlık peygamberlere hastır. Peygamberlerin dışındaki şahıslar Halife de olsalar onlara bu sıfatı veremeyiz. Unutmayalım ki başta, Yezid olmak üzere, Emevi ve Abbasiler’in hilafeti acımasız bir saltanata dönüştüren bütün halifeleri, Osmanlıların, görünüşte devletin bekası için, kundaktaki kardeşlerini katleden padişahları da “İslam Halifesi” ünvanlarını taşıyorlardı.

İşin özü mazi düşmanlığı, tarih ve ecdat düşmanlığı ne kadar hastalıklı bir ruh hali ise “maziperestlik” yani geçmişimizde, tarihte ne varsa bunları kutsama yaklaşımı da o kadar hastalıklı bir ruhun tezahürüdür.

Tarih, ibret ilmidir. Biz tarihi, geçmişte düşülen hatalara bugün tekrar düşmemek, geçmişteki iyi ve güzel şeyleri ise günümüze ve geleceğimize ışık tutmak için okur ve okuturuz. Ne var ki, okuduğumuz veya okuttuğumuz tarih doğru olmalı. Ders kitapları veya dizilerle süsleyip boyadığımız tarihin, günün birinde boyaları döküldüğünde genç nesiller sonrasında kendisine öğretilen hiç bir şeye, doğru da olsa inanmamaya başlar.

Tarih okumak, araba süren bir kişinin arada bir, ihtiyaç oldukça dikiz aynasına bakması gibidir. Unutmayalım ki, ön cam dikiz aynasının yüz katı büyüklüğündedir. Ön cama bakıp araba sürmesi gereken bir sürücü, sürekli dikiz aynasına bakarsa arabayı ya duvara ya da bir kayaya bindirir. Bilinmelidir ki günümüzün zayıflık ve eksikliğini geçmiş süslemeleriyle telafi edemeyiz. Hayallerini, hatıralarının önüne geçiremeyen kişiler veya toplumlar gerçek anlamda başarı hikayeleri yazamazlar.

Sultan Abdülhamid de bütün faniler gibi, hatasıyla sevabıyla izler bırakarak bu alemden göçüp gitti. Bize düşen övgü ve sövgü saplantısına düşmeden onu gerçek yüzüyle tanımak ve tanıtmaktır. Onun sıkı idaresine, “Devlet-i Ebed-müddet”, “Devletin Bekası”, “Hilafetin Bekası” gibi mazeretler üretenler bilsinler ki, yanılıyorlar. Çünkü bütün despot rejimler bu ve benzeri mazeretlere sığınıyorlar. Unutmayalım ki, yönetimde esas olan, insanların huzur ve mutluluğudur. Devlet bunu sağlıyorsa bir anlam ifade eder. Günümüz dünyasında da özgürlükleri, güvenlik kaygısına feda eden yönetimler de “kamu düzeni ve güvenliği”, “devletin bekası”, “milli menfaatlerimiz”, “asayişin temini” gibi gerekçeler ileri sürüyorlar.

Tarih gösterdi ki, Osmanlı Devleti dahil, hiç bir devlet için “bâkilik” söz konusu değildir. Esasen” Ezelî” ve “Ebedî” sıfatları Allah’tan başka hiç bir şey için kullanılamaz. Mezarlarımızın bile neredeyse hepsinin üstünde “El Bâki, Hüve’l- Bâki” diye yazar. Yani, “Bâki olan sadece O’dur”. Bırakın Bâki olmayı, birçok Müslüman fatih, “Gâlip” olmayı bile, inancının gereği olarak, Allah’a mahsus bir şey olarak kabul etmiştir. Bu yaklaşımdan dolayıdır ki, İspanya’nın güneyinde muhteşem bir medeniyet kuran Endülüs Müslümanları, başta Elhamra Saray’ı olmak üzere, yaptıkları her eserin neredeyse her taşına Yusuf Suresi 21. Ayetten ilham alarak “La Gâlibe İllallah” yani, “Allah’tan başka gâlip yoktur.” sözünü kazımışlardır. Bizim,tarihte galip ve muzaffer diye bildiğimiz kimseler, yaşadıkları sürece kimseye mağlup olmasalar da eninde sonunda ecele yani ölüme mağlup olmuşlardır.

Bu uzun ve genel girişten sonra Sultan Abdülhamid özeline geçebiliriz. Umarım ki, her türlü peşin hükümden sıyrılarak ortaya bir Sultan Abdülhamid portresi koymaya çalışacağım.

Sultan Abdülhamid Tahta Nasıl Çıktı?

Sultan Abdülhamid, başını Hüseyin Avni Paşa ile Mithat Paşa’nın çektiği bir askeri darbe sonucu padişah olmuştur. Tahttan indirilen amcası Sultan Abdülaziz, kısa bir süre sonra Dolmabahçe Sarayı’nda ölü bulunmuştur. Ölüm şekli intihar mı, cinayet miydi ? Bu hâlâ tartışılan bir konudur. Yerine yeğeni ve Sultan Abdülhamid’in ağabeyi V. Murat tahta geçirilmiş ancak 93 gün sonra V. Murad halledilmiş ve yerine darbecilerin bütün taleplerini karşılamayı kabul eden Sultan Abdülhamid tahta geçirilmiştir. Mizaç olarak zaten evhamlı bir insan olan Sultan Abdülhamid’in ruh hali üzerinde, amcası Sultan Abdülaziz’in trajik ölümü ile Çırağan Sarayı’na kapatılan ağabeyi V. Murad’ın, kendisi için tehdit oluşturan varlığı çok olumsuz etkiler yapmıştır. Yine kardeşleri Mehmet Reşat ve Vahdettin’in olgun yaşlarda ve potansiyel padişah adayı olmaları Sultan Abdülhamid’in uykularını kaçıran faktörlerdendir.

Tarihte birçok örneğine rastladığımız gibi, Sultan Abdülhamid, işe kendisini iktidara getiren muktedirleri ortadan kaldırmakla işe başlamıştır. Çünkü sizi iktidara getirme gücüne sahip olanlar, günün birinde işlerine gelmediği zaman sizi iktidardan uzaklaştırabilirler de. Bunun için kilit isim, 1876 Anayasası’nın babası olan Mithat Paşa’dır. Mithat Paşa, Anayasa’ya ısrarla bir madde koydurmuştur. Söz konusu 113. maddeye göre, Padişah istediği zaman istediği devlet adamını, istediği yere sürgüne gönderebilecektir. Mithat Paşa’nın amacı, bu maddeyi kullandırarak bütün rakiplerini İstanbul’dan sürdürmek ve daha sonra rahatça sadrazamlık yapmaktır. Kaderin cilvesine bakın ki, genç Sultan Abdülhamit, 1876 Anayasası yürürlüğe girer girmez 113. Maddeyi ilk olarak Mithat Paşa’ya uygulamıştır. Başkaları için hazırlanan kuyuya Mithat Paşa’nın kendisi düşmüştür. Diyar diyar sürgünden sonra Mithat Paşa’nın Taif’te bir zindanda boğdurularak öldürülmesi, Sultan’ı bir süreliğine rahatlatmıştır.

Anayasa, Meclis ve Abdülhamid

Genç Abdülhamid, Anayasal düzene geçmeyi kabul etmiş, 1876’da Kanun-ı Esasi’yi yayımlayarak I. Meşrutiyet’i ilan etmiştir. Bizde Parlamenter sistemin başlangıcı olan bu dönem, yine bizzat padişahın Osmanlı Mebusan Meclisi’ni dağıtması ve Anayasa’yı 1908’deki II. Meşrutiyet’in ilanına kadar 31 yıl süreyle rafa kaldırması ile çok kısa süreli olmuştur. Meşrûtiyet, padişahın yetkilerini kısıyordu, padişahın yanında, halk adına karar verecek bir Meclisi de beraberinde getiriyordu. Malum, saltanat ortak kabul etmez. Adı ister padişah, ister Sultan, ister Şah, ister Kral, ister Melik, ister Emir ne olursa olsun Monarklar, kendilerinin bir güç tarafından sınırlandırılmalarından asla hoşlanmazlar. Hz. Peygamber dönemi ile dört Halife devri adı konmamış birer Cumhuriyet uygulaması iken, devleti yönetecek kişiler liyakat esasına göre ve bir çeşit seçimle iş başına getirilirken, sonraki dönemlerde İslam dünyasının tamamına hakim olan, hanedan aileye dayalı, saltanat yönetimleri, bizzat Kur’an- ı Kerim’in hükümlerine ve Asr-ı Saadet uygulamalarına ters düşmüşlerdir.

İstibdat ve Sultan Abdülhamid

Hiç şüphe yok ki, Sultan Abdülhamid dönemi, gerekçesi ister devletin bekası, ister saltanatın bekası, ister hilafetin bekası ve isterse de şahsının bekası olsun, gerekçe ne olursa olsun bir İstibdat devridir. Devletin kurduğu hafiye sistemi terör estirmiş, jurnalcılık ve muhbirlik geçim kapısı haline gelmiştir. Bizim muhafazakar camia, Sultan Abdülhamid devrinin “İstibdat Devri” olarak nitelendirilmesinden hiç hoşlanmaz. Gerekçe olarak da “o zamanın şartları”nı ileri sürerler. Bu yaklaşımla, ulusalcı Kemalistlerin tek parti dönemindeki baskıcı uygulamalara, meşrulaştırıcı kılıflar uydurmaları arasında özünde bir fark yoktur.

Malum, baskıcı rejimler, maskeli insanlardan oluşan münafık bir toplumun oluşmasına yol açarlar. Siz, insanların kendi ülkelerinde, hür zeminlerde, kendilerini ifade etmelerine veya itirazlarını dillendirmelerine müsaade etmezseniz iki şey olur: Bu insanlar, ya yurt dışına çıkarlar veya faaliyetlerini yer altına indirirler. Her iki durumda da kontrolünüzün dışına çıkıyorlar demektir. Konuşan toplumlarda patlamalar olmaz. Ancak susturulan toplumlarda adeta gaz birikmesi gibi sıkışmalar meydana gelir. Böyle durumlarda çoğu zaman küçük bir kıvılcım adeta grizu patlaması gibi sonuçlar doğurur.

Nitekim, Sultan Abdülhamid döneminde de böyle olmuştur. Sultan Abdülaziz döneminde İstanbul’da, dertlerini dile getirmelerine müsaade edilmeyen ve sürgünlere gönderilen Yeni Osmanlılar’ın, (Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Suavi ve diğerleri) yurt dışında yürüttükleri muhalefet, onların oluşturduğu fikrî ve politik zemin üzerine I. Meşrûtiyet ilan edilmiştir. Kısa bir süre sonra Meşrûtiyet’in, yani padişahın yetkilerinin sınırlandırılması ve Millet Meclisi’nin kurulmasını esas alan rejimin ortadan kaldırılması, Türkiye’deki ikinci nesil muhalefet hareketi olan Jön Türkler’in ortaya çıkmasına yol açmıştır. Ağırlıklı olarak Kahire, Londra, Cenevre ve Paris’te faaliyet gösteren Jön Türkler, içerdeki sivil ve asker gayrimemnunlarla da sıkı bağlar kurunca II. Meşrûtiyet’i, bir emrivaki ile ilan ettiler ve Sultan buna boyun eğmek zorunda kaldı. Partileşen örgüt, İttihat ve Terakki olarak kısa zamanda bütün iktidarı eline aldı.

Nitekim Milli Şairimiz Mehmet Akif, II. Meşrûtiyet’in ilanının ardından İstanbul’da galeyana gelmiş kalabalıkları, neşterin altındaki kör çıbanın patlamasına benzetmiştir.

Sultan Abdülhamid’in Pan-İslamizmi

Sultan Abdülhamid’in “Pan-İslamcılık” politikası dini bir hassasiyetten kaynaklanan bir tercih değil, dönemin şartlarının gereği olarak başvurulan pragmatist bir stratejidir.

Yavuz ve Kanunî gibi, haşmetli devirlerin padişahlarının Pan-İslamcılık yapmaları zaten söz konusu olamazdı. Çünkü bütün dünya Müslümanları zaten onların eline bakıyordu ve hepsi Osmanlı’ya muhtaçtı. Çöküş asırlarında ise, çoğu diğer süper güçlerin esaretinde olsalar bile, dünya Müslümanları’na, Osmanlı’nın ihtiyacı vardı. Onun için “Pan-İslamcılık” dinî hasbilikten doğmuş bir hareket değil, zayıflıktan kaynaklanan siyasal bir ideolojidir.

Müslümanlık yapmak ile İslamcılık yapmak kesin çizgilerle birbirinden ayrılması gereken şeylerdir. Tıpkı dindarlıkla dinciliğin çok farklı olması gibi. Dindar, büyük bir ruh ve beden teslimiyetiyle dinini yaşayan ve yaşatmaya çalışan insandır. Dinci ise, dinini başta her türlü menfaat olmak üzere, dünyevi amaç ve emelleri uğruna kullanan insandır. Birincisinde ihlas ve samimiyet, ikincisinde ise manevi iflas ve riya vardır. Dünya Müslümanları üzerinde titremek, din kardeşliği potasında erimek, İslam dünyasının maddi ve manevi refahını istemek ve bu uğurda gayret göstermek, şüphesiz ki çok saygıdeğer erdemlerdir. Ancak, siyasal güç ve iktidarı elde etmek veya elde tutmak için dinden ve dini hassasiyetlerden faydalanmayı esas alan siyasal İslamcılık hareketi için aynı şeyleri söylemek mümkün değildir. Birincisi, dini için dünyasını kullanırken; ikincisi, dünyası için dinini kullanır.

Kaldı ki, çoğu günümüzdeki İslamcıların ilham kaynağı olan dönemin islamî hassasiyetleri ön planda olan aydınlarının neredeyse hepsi Sultan Abdülhamid’e sırılsıklam karşıdırlar. (Filibeli Ahmet Hilmi Efendi, Babanzade Ahmet Naim Efendi, İzmirli İsmail Hakkı, Ferit Kam, Eşref Edip, Mehmet Akif Ersoy, Elmalılı Hamdi Yazır, Bediüzzaman Said Nursi vs.) Çünkü bu aydınlar, baskı rejiminden dolayı münafık ve maskeli bir toplum oluştuğunun farkındaydılar. Onun için bu Müslüman aydınlar, hilafet kurumu ve sözümona din adına tesis edilen otoriter bir yapıdan değil, homojen bir yapısı olmayan, hürriyetçi ama İslamcı olmayan Meşrutiyetçilerden yana oldular.

Sultan Abdülhamid’in yanında ve yöresinde, bilinenin aksine, en kritik görevlerde bulunanların çok önemli bir kısmı gayri müslimlerdir. Abdülhamid devri, bu yönüyle, bugünün “yerli ve milli” anlayışıyla mukayese kabul edilemeyecek kadar çoğulcu bir görüntü sergilemektedir. Sultan Abdülhamid’i adeta kutsayan günümüz Türkiye’sinin İslamcılarına bugün bile böyle bir tabloyu kabul ettiremezsiniz .

Bu gayri müslim devlet adamlarına bazı örnekler verelim:

  • Artvin Dadyan Paşa ( Ermeni) Dışişleri Bakanı
  • Spiridion Mavroyeni ( Rum ) Özel dokturu
  • Sami Günzberg ( Yahudi) Diş hekimi
  • Nişan Efendi ( Ermeni ) Basın danışmanı
  • Teodor Kasap ( Rum) Saray Kitapçıbaşısı
  • Agop Paşa ( Rum ) Şahsi Emlakçısı daha sonra Maliye Bakanı
  • Sarkis Balyan ( Ermeni ) Mimarbaşısı
  • Aleksandros Karatodori Paşa ( Rum ) Bayındırlık Bakanı
  • Mareşal Ferdinand ( Bulgar Prensi ) Yaveri
  • Raimando D’Aranco (İtalyan ) Saray Mimarı
  • Fausto Zonaro ( İtalyan ) Saray Ressamı
  • Arturo Stravolo ( İtalyan) Saray Tiyatrocusu
  • Sava Paşa ( Rum) Dışişleri Bakanı
  • Ohannes Efendi ( Ermeni ) Ticaret Bakanı
  • Ohannes Sakızyan ( Ermeni ) Maliye Bakanı
  • Miamili Portakalyan ( Ermeni )Maliye Bakanı

(Detaylar için Bkn. https://www.academia.edu/33920601/II.Abdu_lhamidin_Hıristiyan_Memurları)

Sultan’ın şahsî ve ailevi yaşantısı, Yıldız Saray’ında dinin ve dindarlığın ne kadar hakim olduğu konularıyla ilgili yazılmış çok sayıda kitap ve makale vardır. Elbette her fani gibi, o da hesabını Allah’a verecektir. Burada belki sorgulanması gereken şey, günümüz islamcılarının Merhum Padişah’ı adeta velayet mertebesine çıkarmalarıdır. Ona “ Kızıl Sultan” yaftasını vuranlara karşı, berikilerin ona “Veli Padişah” demesi, ne yazık ki bir Türkiye klasiğidir.

Deveye, “ Sen inişten mi hoşlanırsın, yoksa yokuştan mı”diye sormuşlar; deve, “niye düzün suyu mu çıkmış?” demiş. Biz ne zamana kadar ya yokuş, ya da inişe talim edeceğiz?

Sultan Abdülhamid Devrinde Ekonomi

İlber Ortaylı Hoca, 19. Yüzyıla “En Uzun Yüzyıl” der. Hatta bu ismi taşıyan çok önemli bir kitabı vardır. Elbette her asır, yüz yıldır ama gerçekten 19. Yüzyıl bizim açımızdan o kadar çok yıkılışa, devrilişe, felakete ve zaafa sahne olmuştur ki, bir türlü bitmek bilmemiştir.

Ekonomik açıdan da en zor yüzyıllarımızdan biri 19. Yüzyıldır. Osmanlı Devleti, bütün Müslüman toplumlar gibi, Sanayi Devrimlerini ıskalamış, el tezgahlarına dayanan ekonomisi, Avrupa’nın fabrikasyonu karşısında iflas etmiştir. İlkel asırlardaki tarzda yapılan tarımımız da dünya ile rekabet etme kabiliyetini kaybetmiştir. Askeri alanlarda yapılan yenilik ve modernleşme hayatın bütün alanlarında yapılamadığı için çare olmamıştır.

1854 yılına kadar, dışarıdan borç almadan gelen Osmanlı Devleti, hem devlete hakim olan debdebe, lüks ve şatafat düşkünlüğünün finansmanını karşılamak, hem de bu yıl girilen Kırım Savaşı’nın harcamaları için ilk defa dış borç almıştır. Devletin hazinesi ağzına kadar dolu olan asırlarda sadece Topkapı Sarayı ile yetinilirken, çöküşün başladığı 19. Asrın ikinci yarısında peş peşe saraylar ve köşkler inşa edilmiştir. Bugün İstanbul’da hâlâ ayakta olan köşk ve sarayların, Topkapı hariç,hepsi çöküş döneminde yapılan eserlerdir. Malum, müflis iş adamlarının çoğu, uzun sürmese de, daha iyi giyinir, daha iyi arabalara biner ve daha iyi ofislerde otururlar. Böylelikle etrafa “yıkılmadım,ayaktayım” mesajı verilmeye çalışılır. Osmanlı yönetimi de Avrupa karşısındaki zayıflık kompleksini onların Buckingham Sarayı, Versailles Sarayı veya Sen Petersburg Sarayı gibi Saraylar inşa ederek yenmeye çalışmıştır. Sultan Abdülhamid, Topkapı Sarayı’nda doğmuş, Dolmabahçe Sarayı’nda büyümüş, Yıldız Sarayı’nda hükmetmiş ve nihayet Beylerbeyi Sarayı’nda vefat etmiştir.

Elle tutulan üretim olmadığı için, borcu borçla kapatma, borcun faizi için borç alma artık Osmanlı idaresinin kaçınılmazı olmuştur. Sultan Abdülmecit zamanında başlayan borçlanma serüveni, kardeşi Sultan Abdülaziz döneminde zirveye çıkmıştır. Öyle ki, 1874 yılında, iki Galata sarrafından alınan borç, 27 yıl boyunca ödenmediği için 1901 yılında, alacaklıların Fransızları devreye sokmasıyla uluslararası bir kriz haline gelmiş, Fransızlar buna karşılık, o zaman bizim olan Midilli adasına asker çıkarmıştır. Ancak sarraflar Lorando ve Tubini’ye borcun, faiziyle birlikte, son kuruşuna kadar ödenmesinden sonra Fransızlar askerlerini çekmişlerdir. Fransızlar, sadece tahsilatçılık yapmakla kalmamışlar, bu meseleyi kullanarak kendileri için de birçok imtiyaz koparmışlardır.

Alınan borçlar, geri dönüşümü olan yatırımlara değil, büyük çapta devletin cari giderlerine ve az bir miktarı ise hizmet sektörüne harcanmıştır. Sultan Abdülhamid tahta çıktığı zaman, amcası Sultan Abdülaziz moratoryum ilan etmişti. Yani alacaklı ülkelere “borçlarımı ödeyemiyorum” demişti.

Türkiye’yi çok iyi bilen “Doğu’nun Ruhu” kitabının yazarı ,Türk dostu İngiliz diplomat ve fikir adamı David Urquhart, Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid’e uzun mektuplar yazarak borçlandırmanın büyük bir tuzak olduğunu ve mutlaka bu beladan kurtulmaları gerektiğini defalarca yazmıştı. Bu mektupların çoğu mabeyn (padişahların özel kalemi)engeline takılarak adı geçen padişahlara ulaşmamıştı bile. Bu mektuplarından birini, “Türkler” isimli kitabını tercüme ederek yayımladığım Muhafazakar Parti milletvekili Butler Johnstone İstanbul’a getirmiş ama tüm çabalarına rağmen Hünkar’a ulaştıramamıştır.

(Bkz: Hüseyin Çelik,Türk Dostu İngiliz Dışişleri Komiteleri, İnkılab yayınevi, 1993, İstanbul)

Hakkını yememek lazım Sultan Abdülhamid, 1876’da padişah olduğu zaman Osmanlı Hazinesi ve Maliyesi, yukarıda da belirttiğimiz gibi zaten iflas etmişti. Ne var ki, O, ekonomik olarak ülkeyi şaha kaldıran bir icraatın sahibi de değildir. Eğitim, sağlık, ulaştırma ve haberleşme alanlarında bıraktığı çok önemli hizmetler vardır. Onun zamanında bilim, teknoloji ve tarım alanlarında da ciddi iyileşmeler olmuştur. Ancak bilinenin aksine, Osmanlı Devleti, ekonomik olarak en fazla Sultan Abdülhamid döneminde dışa bağımlı hâle gelmiştir. Rumi 28 Muharrem 1299, Miladî 20 Aralık 1881’de padişah kararnamesi ile Kurulan Duyûn-ı Umumiye Meclisi, tarihimizde yabancıların maliyemize yaptıkları en büyük müdahaledir.

Öyle ki, günümüz IMF’sinin dayatma ve şartları, Düyun – Umumiye’nin şartları ve uygulamaları karşısında çok hafif kalır. Bu kararname ile alacaklı devletler Osmanlı Devleti’nin gelirlerinin çok önemli bir kısmına resmen el koymuşlardır.

1854-1914 yılları arasında dışarıdan toplamda 41 ayrı anlaşmayla borçlanmaya gidilmiş, bunun da toplam 20’si Sultan Abdülhamid dönemine rastlamaktadır. Her ne kadar miktar olarak Sultan Abdülaziz kadar açılmamışsa da, o da dış borçlanma sarmalından devletin yakasını kurtaramamıştır. 1854’te almaya başladığımız dış borçların son taksidini 1954’te ödedik.

( Bkz. Dr. Biltekin Özdemir,Osmanlı Devleti Dış Borçları, Maliye Bakanlığı Yayınları, 2010,s.96)

Sultan’ın 33 yıllık iktidarının ekonomik muhasebesini yapmak ve detaylandırmak elbette bu yazıya sığacak bir konu değildir. Bu alanda da çok sayıda kitap ve makale vardır. Ne var ki, bu yayınların çoğu yine ya Sultan Abdülhamid’i karalama ya da yüceltme yolunu seçmiştir. Bütün malzemeyi değil de, sadece görmek istediklerimizi gördüğümüz sürece tarihî körlüğümüz ne yazık ki devam edecektir.

Sultan Abdülhamid Devrinde Toprak Kaybı

Osmanlı Devleti’nin toprak kaybı, daha 1699 yılındaki Karlofça Antlaşması ile başlamıştır. Bu, aynı zamanda Gerileme Devri’nin başladığı tarih olarak kabul edilir.

Tıpkı insanlar gibi, İmparatorluklar da doğar, büyür, gelişir ve ölürler. Tarih boyunca kurulan bütün İmparatorluklar, miadını doldurunca ölmüşler ve onların külleri üzerinde yeni filiz devletler kurulmuştur. Esas mesele izzetle mi zilletle mi öldükleridir.

Malum, I. Dünya Savaşı’nın ardından Osmanlı İmparatorluğu tasfiye oldu. Osmanlı’nın sahip olduğu topraklar üzerinde bugün 30 küsur devlet kurulmuştur. Ancak biz, hepsi ile ya savaşarak ya da başkalarının işgal ve ilhak etmesi sonucunda ayrıldık. Sonuçta Müslüman devletler dahil, onlar bize, biz onlara düşman olduk.

II. Dünya Savaşı’nın ardından Britanya İmparatorluğu tasfiye oldu. Ancak İngilizler bu mukadder sonu gördükleri için, daha 1930’lu yılların başında, kontrollü çözülmeyi kolaylaştırmak için Commonwealth’i kurdular. Bugün, İngiliz Milletler Topluluğu veya Milletler Topluluğu olarak bilinen bu gevşek federasyonun üyesi olan 54 ülke vardır. Bunların üçte biri de Müslümanların çoğunluk olduğu ülkelerdir. İngiltere, II. Dünya Savaşı’ndan sonra bu ülkelere adeta özgürlük bahşetti ve bağımsızlıklarını ilan eden ülkeler, İngiltere’nin dostu ve müttefiki olarak kalmaya devam ettiler.

Soğuk Savaş’tan sonra Sovyet İmparatorluğu tasfiye oldu. Burada da Rusya Federasyonu, 16 devletin büyük çoğunluğunu Bağımsız Devletler Topluluğu çatısı altında kendisine dost ve müttefik yapmayı başardı. Fransa’nın, İspanya’nın, İtalya’nın, Portekiz’in, Norveç’in, Hollanda’nın, Belçika’nın bile, bazen kendilerinden kat be kat büyük kolonileri vardı. Onlar da, asırlarca sömürü üzerine kurdukları hakimiyetlerine rağmen, eski kolonileri ile büyük çapta dost ve müttefik kalmayı başardılar.

İster Sultan Abdülhamid, ister Sultan X, Y veya Z kim olursa olsun, ekonomisi, bilimi, eğitim sistemi, teknolojisi, sanayisi, tarımı özetle her şeyi, rakip ülkelerin gerisinde kalmış bir ülkeyi eski halinde tutamazdı.

Nitekim, Ziya Paşa, 1870’te Avrupa ülkelerini gördükten sonra yazdığı bir gazelde, bizimle onlar arasındaki farkı şu beyitle özetlemişti: Diyâr-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm, Dolaştım mülk-i islâmı bütün virâneler gördüm.

Devletin günlük işleyişinden, ordunun silah ve teçhizatının teminine kadar herşeyi dışarıdan alınan borçlarla dönen çok etnik yapılı, çok dinli, çok dilli, üç kıtaya yayılmış bir imparatorluğun toprak kaybını ve yıkılışını geciktirirsiniz ama önleyemezsiniz. Osmanlı Devleti’nin yıkılma ve dağılma sürecini biraz da bu tarafından görmek lazım.

Namık Kemal, daha 1860’lı yıllarda devletin gidişatından acı acı dert yanan yazılar yazıp konuşmalar yapınca dostları, “Ya üstad, sen sürekli devlet elden gitti gidiyor, diyorsun ama yıllar geçiyor, bak bir şey olmuyor. Devlet-i Aliye hâlâ dimdik ayaktadır. “ dediklerinde , Namık Kemal der ki, “ Beyler, bu Mehmet Efendi değil ki, akşam ölsün, sabahleyin dört Müslüman omuzlayıp götürüp defnetsin. Müsaade edin de 600 sene yaşamış bir devletin 50 sene de can çekişmesi sürsün.” Namık Kemal çok haklıydı. Gerçekten 19. Asrın ikinci yarısı ile 20. Yüzyılın başları Osmanlı Devleti’nin can çekişmesine sahne olmuştur. Bu dönemde kazandığımız tek savaş, Kırım Savaşı’dır. Onda da İngiltere, Fransa ve Sardunya (İtalya) ile müttefikiz.

Burada, itiraz edilen nokta şudur: Kemalistlerin Atatürk ve İsmet Paşa etrafında ürettikleri efsaneler gibi, muhafazakar camia da Sultan Abdülhamid adına efsaneler ve yalanlar üretmiştir. Bu yalanlardan biri de “Sultan Hamid zamanında devlet bir karış toprak kaybetmedi.” şeklindeki yalandır. Halbuki Sultan Abdülhamid döneminde kaybedilen toprakların kilometre kare olarak büyüklüğü bugünkü Türkiye’nin iki katından fazladır. Kıbrıs, Tunus, Mısır, Sırbistan, Romanya, Karadağ ile Rumeli’deki irili ufaklı birçok yer onun zamanında kaybedildi. Kars ve Ardahan’ın yıllarca Rusların işgalinde kalması da cabası.

Kıbrıs’ın 1878’de, yani Sultan Hamid’in devri iktidarında, İngiltere’ye nasıl bırakıldığı ise başlı başına bir hadisedir. Yazı serisinin sonunda İngiliz ve Osmanlı arşiv belgelerine dayalı olarak bunu çok net bir şekilde ortaya koyacağım.

Allah selamet versin, Mustafa Müftüoğlu’nun Kemalist resmî tarihe isyan niteliği taşıyan 12 ciltlik en ünlü eserinin adı: “Yalan Söyleyen Tarih Utansın” şeklindedir. Resmiyet kimin eline geçerse, onun yalan ve yanlışlarla dolu kendi resmî tarihini oluşturması, nesillerimize yapılan büyük bir haksızlık olmaz mı?

Sultan Abdülhamid Devrinde Batılılaşma

Sultan Abdülhamid Devrinde Batılılaşma Sultan Abdülhamid’le ilgili gerçeği yansıtmayan iddialardan biri de, onun Batılılaşma karşıtı, bugünkü moda tabirle “yerli ve milli” bir padişah olduğudur.

Gerçek şu ki, Batılılaşma serüvenimiz Sultan Abdülhamid’ten çok önce başlamıştır. Osmanlı’nın güçlü dönemlerinde, yükselme devrinin zaferleri arasından tepeden bakılan, hatta bazen sefaletlerine acıdığımız Avrupa, kabuğunu kırmış,Reform ve Rönesans hareketleriyle orta çağ skolastik düşüncesinden, kilisenin hegemonyasından kurtulmuş, tarım toplumundan sanayi toplumuna geçmiştir.

Müslüman Doğu dünyası ise, Bilim ve teknolojideki liderliğini daha 13. Asrın sonunda terk etmiş, 17. Yüzyıldan itibaren de hayatın her alanında üstünlüğü Batı’ya kaptırmıştır. Osmanlı, ilk defa savaş meydanlarında karşılaştığı Batı’nın teknolojisi karşısında önceleri şoke olmuş, sonra bunları elde etme ve aradaki uçurumu kapatma gayreti içine girmiştir. Malumdur ki, zayıf güçlüye özenir ve onu taklit etmeye çalışır. Bu genel kaide,Osmanlı için de değişmemiştir. Özenme ve taklit bilim ve teknoloji ile sınırlı kalmamış, hayatın her alanında kendisini hissettirmiştir.

Lale Devri olarak bilinen III. Ahmet Dönemi’nde, 1721’de Paris’e elçi olarak gönderilen Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin “Takrir” isimli Sefaretnamesi, bir Osmanlı aydınının gözüyle Avrupa’nın nasıl görüldüğünün tipik bir örneğidir. Mehmet Çelebi, mimariden musikiye,operadan baleye, kadın erkek ilişkilerinden adab-ı muaşerete, bahçe düzenlemesinden giyim kuşama kadar Batı’nın adeta röntgenini çekmiş ve yer yer hayranlığını da gizleyememiştir.

18. Asırdan bu yana her sektör ve alanda Batı tesiri ivme kazanarak devam etmiştir. Bazılarının zannettiği gibi biz Cumhuriyet Dönemi ile birlikte Batı’ya açılmadık. Batı’ya açılma Osmanlı Sarayı’nda başladı. Mimariden musikiye, plastik sanatlardan giyim kuşama kadar her alanda Batılılaşmanın hem merkezi hem pompalandığı yer Saray’dır.

Saray’ın Batılılaşma tercihi, II. Mahmut döneminde hız kazanmış, Sultan Abdülmecid döneminde zirve yapmış, Sultan Abdülhamid döneminde de kararlılıkla sürdürülmüştür.

Sultan Abdülmecid, ilk Saray tiyatrosunu Dolmabahçe kompleksi içinde inşa ettirmiştir. Dieterle ve Hammond isimli mimarların projelendirdiği İtalyan üslubundaki tiyatro binasının iç dekorunu Paris Operası dekoratörü Sechan yapmıştır. Tiyatro, 1859’da Naum Tiyatrosu sanatçılarının sahnelediği Luigi Ricci’nin ‘Scaramuccia’ operasıyla açılmıştır.

Sultan Abdülhamid de babasının bıraktığı yerden devam etmiş, o da Yıldız Sarayı içinde özel tiyatrosunu yaptırmıştır.Binanın mimarı, Kalfa Vasilaki’nin oğlu Yanko’dur.

Yıldız Sarayı Tiyatrosu‘na İtalyan Arturo Stravolo‘yu yönetmen olarak atanmıştır. Stravolo‘nun çocukları ve damatları da sanatçıdır ve hepsi de II. Abdülhamid‘in tahttan indirildiği 1909 yılına kadar, Yıldız Sarayı Tiyatrosu‘nda sahneye konan eserlerde rol almıştır. Hünkar’ın sahne sanatlarında tercihi İtalya olmuştur.

Sultan Abdülhamid, çocukluğunda Paul Dussap’tan musıkî, Guatelli’den piyano dersleri almıştır. Şehzadeliğinde ise Donizetti ve Lombardi’den de dersler almıştır. Esasen tercih ettiği musiki de Batı müziğidir. Özellikle opera ve operetlere bayılır, Türk musikisinden hazzetmediği de çok iyi bilinir. Hünkar 17 çocuğuna da Batı müziği dersleri aldırmıştır.

Sultan Abdülhamid dönemi mimarisine yön ve şekil verenler de ya gayrimüslimler veya yabancı mimarlardır. Mimar başı Sarkis Balyan’ın yanı sıra, Mimar Vasilaki, Mimar Yanko, Mimar Ohannes, Amasyan Efendi, Dikran Kalfa, Başmühendis Bertier gibi isimler en çok bilinenlerdir. Yabancı mimarlardan en ünlüleri ise, Alexandre Vallaury, Raimondo d’Arenco, Guilio Mongeri, Philippe Bello, M. Rene Dukas, Jachmund, Otto Ritter ve Helmuth Cuno gibi isimlerdir. Batılılaşma dönemi mimarisine,bilindiği gibi, Mimar Sinan veya Sedefkâr Mehmet Ağa ilham kaynağı olmamıştır.

Sultan Abdülhamid’in kendisi de sanatkâr bir insandır. Yaptığı mobilyalar da Batı tarzındadır. Bu dönem camilerinde bile mimari üslup ağırlıklı barok olmak üzere, neo-barok, neo- rönesans, neo-grek, neo- gotik üsluptur. İstanbul Üniversitesi merkez kampüsü, (Eski) Haydar Paşa Lisesi binası,Düyun-ı Umumiye Meclisi binası olarak yapılan şimdiki İstanbul Erkek Lisesi, taşra vilayetlerinde hâlâ ayakta olan bazı hükümet konakları, eğitim tesisleri, birçok askerî bina, kışla ve boğazdaki birçok cami,Sultan Abdülhamid dönemi eserleridir ve yukarıda belirtilen mimari üsluplarla inşa edilmişlerdir.

Başta İstanbul Darülfünun’u (1900) olmak üzere, Batılı tarzdaki birçok eğitim kurumu, birçok hastahane, postahane de Sultan Abdülhamid dönemi eseridir.

Batılılaşma sevdamızı beğenirsiniz, beğenmezsiniz, bu bir tercih meselesidir. Ama Sultan Abdülhamid’i “yerli ve milli” yapacağız diye onu başka bir insan olarak takdime de sanırım hakkımız yoktur.

Sultan Abdülhamid Dönemi’inde Yabancı ve Misyoner Okulları

Yabancı okullar meselesi, Osmanlı’nın daha 16. Yüzyıla kadar uzanan bir meselesidir. Kapitülasyonlardan güç alan Roman Katoliklerinin açtığı ilk yabancı okul, Fransız Cizvitlerin 18 Kasım 1583’te İstanbul’da açtığı Saint-Benoit’dır. I. Dünya Savaşı’nın başladığı zamana kadar Osmanlı Coğrafyası’nda Katolik, Ortadoks ve Protestan misyonerlerin açtıkları ruhsatlı, ruhsatsız okul sayısı 1124’tür. Bunların bir kısmı açıldıktan bir süre sonra kapanırken, bir kısmı uzun ömürlü olmuş, hatta bazıları günümüze kadar varlıklarını sürdürmüşlerdir.

Bu okullar, tabii olarak kuruluşunda misyoner okulu olarak geçmez. Amerikalıların, İngilizlerin, Almanların, Fransızların, Avusturyalıların, İtalyanların, Rusların ve az sayıda da olsa İranlıların, imparatorluğun bir başından diğer başına açtıkları okullar vardır.

Bu okulları, günümüzde yabancı misyon çalışanlarının ve o ülkelerdeki yerleşik kendi vatandaşlarının çocuklarına eğitim vermek üzere, devletlerin büyükelçilikler ve konsolosluklar bünyesinde açtıkları okullarla karıştırmamak lazım.

Sadece Hristiyan Nüfusun yoğun olduğu Beyrut gibi yerlerde değil, Anadolu’nun da neredeyse her köşesinde bu okullara rastlamak mümkündür. Van’da, Mardin’de, Maraş’ta, Harput’ta,Tarsus’ta, Merzifon’da vs. Amerikan kolejlerinin bulunması, bu okulların yayıldığı coğrafya hakkında sanırım yeteri kadar fikir verir. İşin ilginç tarafı, bu okulların nerdeyse % 90’ının Sultan Abdülhamid Dönemi’nde açılmış olmasıdır. Birçok yerde açılan yabancı okullarda Müslüman öğrencileri çekmek için, dönemin hassasiyeti göz önünde bulundurularak kız ve erkek kolejleri ayrı ayrı açılmıştır. Ekonomik olarak dışa bağımlılık, askeri alandaki güçsüzlük, büyük devletlerin her alandaki baskıları, bu okullarla ilgili olarak gündeme gelen bütün denetim girişimlerini de her seferinde başarısız kılmıştır.

Söz konusu okullardaki yönetici ve eğiticilerin ezici çoğunluğu rahip ve rahibelerden oluşmuştur. Esas amaç, misyonerlik faaliyetleri olmakla beraber, eğitim kalitesi Osmanlı okullarından daha iyi olduğu ve buralarda eğitim yabancı dilde yapıldığı için Müslüman ahali de çocuklarını bu okullara göndermek için adeta birbirleriyle yarışmıştır. Birçok yabancı okul, aşırı talepten dolayı bir yıl sonraki kayıtlarını, bir yıl önceden kapatmak durumunda kalmıştır.

19. Asrın son çeyreği ile 20. Asrın ilk çeyreğinde yetişmiş meşhur edebiyatçı ve yazarlarımızın büyük çoğunluğu bu okullardan mezun olmuştur. Birçoğu hatıralarında, okulların şapellerine ( küçük kilise ) belli zamanlarda zorunlu olarak nasıl götürüldüklerini ve Hristiyan bir atmosferde nasıl yetiştirildiklerini anlatırlar. Büyük Fransız İhtilalinden sonra bütün dünyaya yayılan milliyetçi eğilimler, bu okullarda kendisine geniş yer bulmuş, Hristiyanlık telkinleri ile birlikte özellikle Osmanlı Devleti’nin gayrimüslim vatandaşlarının ayrılıkçı fikirlere kapılmaları buralarda teşvik edilmiştir.

Osmanlı Devleti sınırları içinde bulunan gayrimüslim teba’anın zaten binlerce okulu vardır ve bu okullar da zaafın başladığı asırlardan itibaren göstermelik bir denetime tabidir. Sırp, Leh, Romen, Bulgar, Rum, Ermeni ve Yahudi vatandaşlarımızın birçok okulu, zaten Osmanlı aleyhtarı faaliyetlerin odağı haline getirilmiştir. Buralarda görev alan misyoner öğretmenler, Osmanlı karşıtı bir ortamın oluşmasında büyük pay sahibi olmuşlardır.

Osmanlı Devleti’ndeki Batı tarzındaki okulların da çok önemlilerinin Sultan Abdülhamid dönemi eseri olduğunu geçen bölümlerde ifade etmiştik. Bu yönüyle Sultan Abdülhamid dönemi eğitim anlayışı, reformist ve modern bir eğitim anlayışıdır. Bu, aynı zamanda Osmanlı Modernleşmesi’nin olmazsa olmazı kabul ediliyordu.

Özetleyecek olursak, Sultan Abdülhamid, çok sayıda okul açmış, eğitimi Batılı tarzda modernize etmeye çalışmış ancak devletinin her köşesinde mantar gibi biten misyonerlerin kontrolündeki yabancı okulların açılmasına mani olamamış ve bu okulları olması gerektiği gibi denetletememiştir. Çünkü gücün altın kuralı şudur: “Altını olan kuralı koyar.”

Sultan Abdülhamid, Yahudiler ve Siyonizm

Osmanlı Devleti’nde hiç bir devirde, bireysel bazı yaklaşımlar istisna kabul edilirse toplu ve sistematik antisemitizme, yani Yahudi düşmanlığına rastlanmaz. Aksine Osmanlı millet sistemi din esasına dayalı olduğu için Yahudiler de diğer din mensupları gibi zimmî hukukuna tabi tutulmuş, her türlü dinî ve kültürel faaliyetlerini yapmalarına büyük bir serbestiyet sağlanmıştır. Zimmî olmak, bu insanların can, mal ve ırz güvenliklerinin devletin zimmetinde olması demektir.

Osmanlı’da Yahudi düşmanlığı olmadığı gibi, asırlarca sığınmacı Yahudiler Osmanlı Devleti tarafından himaye edilmiştir. Endülüs Emevileri’nden kalan son şehir devleti Granada( Gırnata ) da İspanyollar tarafından ele geçirilip İber Yarımadası’nda Müslüman varlığına son verilince, Yahudilerin de artık o topraklarda yaşamasına imkan bırakılmamıştır. Bütün İspanya’ya hakim olan İsabel ve Ferdinand ikilisi, Kuzey Afrika’ya kaçamayan Müslümanları katlederken, Yahudilere ise ölmek veya dört ay içinde İspanya’yı terk etmek gibi iki seçenek sunmuştur. 1492’de hiç bir Avrupa ülkesi Yahudilerin kendi ülkelerine iltica etmesine müsaade etmemiştir. Ortalıkta perişan bir şekilde kalan Yahudilere Sultan II. Bayezid ülkesinin kapılarını açmıştır.

Nitekim Türkiye Yahudileri, 1989 yılında 500 yıl önce atalarına kapılarını açan Türkiye’ye bir şükran ifadesi olarak “ Beş Yüzüncü Yıl Vakfı”nı kurmuşlardır. Bu vakfın kurucuları arasında Yahudi olmayan ünlü iş adamları ve politikacılar da vardır.

Siyonizme gelince işin mahiyeti değişir. Siyonizm, en hafif anlamıyla Yahudi Milliyetçiliği olduğu için her Müslüman gibi şüphesiz Sultan Abdülhamid de bu fanatik ideolojiye karşıydı. Siyonizme karşı olmak asla Yahudi düşmanlığı değildir. Sultan’ın kendi vatandaşı olan Yahudilerle de bir derdi olmamıştır. 29 Ağustos 1897’de İsviçre’nin Basel şehrinde Theodore Herzl’in topladığı Dünya Siyonist Kongresi ile bu acımasız ideoloji tarih sahnesine çıkmıştır.

Ne var ki, Sultan Abdülhamid’in Siyonizm’le mücadelesi ile ilgili olarak yazılıp çizilenlerin çoğu da abartı ve süslemelerden payını almıştır. Dönemin dünyaca meşhur banker ailesi Yahudi Rothchildler, Sultanla ileri derecede içli dışlıdırlar. Kendileri borç vermede cömert oldukları gibi, Sultan da onları nişan ve hediyelere boğmaktan geri durmamıştır. Bu aileyle Osmanlı’nın yakın ilişkisi II. Mahmut döneminde başlamış, Sultan Hamid’in babası Sultan Abdülmecid, Kırım Savaşı esnasında Rothchildler’dan büyük çapta silah satın almıştır.

(Bkz. Prof. Dr. Mustafa Balcıoğlu,Doç. Dr. Sezai Balcı,Rothschildler ve Osmanlı İmparatorluğu, Erguvan Yayınları, İstanbul, 2017)

Dünya Siyonizm Kongresi’nin lideri Teodor Herzl ile Sultan Abdülhamid arasında Filistin üzerine geçtiği iddia edilen meşhur diyalog da hiç bir belgesi olmayan bir tevatürden ibarettir. Aksine Teodor Herzl’in, 1902’de Sultan’ı ziyareti esnasında Sultan tarafından hüsn-i kabul görmüştür. Yani, kendisine nezaketle muamele edilmiş, ağırlanıp uğurlanmıştır. Ayrıca farklı zamanlarda Herzl’e üçüncü ve birinci dereceden Mecidî nişanlar da verilmiştir. (Bkz. Prof. Dr. Vahdettin Engin,Pazarlık, Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 2017)

Sultan Abdülhamid, bilinenin aksine Rothschildler’in Filistin’de koloniler kurmalarına müsaade ettiği gibi, Musevilerin burada arazi satın almasına da müsaade etmiştir. Yabancı kaynaklar değil, Balcıoğlu ve Balcı, yukarıda adı geçen eserlerinde Başbakanlık Arşivi’ndeki belgelere dayalı olarak bu durumu çok net bir biçimde ortaya koymuşlardır.

Sultan Abdülhamid’e hall fetvasını sunan ekibin içinde bulunan Selanik Yahudisi ve aynı zamanda Mebusu Emmanuel Karasu’nun konumu da yıllarca farklı yorumlanmıştır. Esasen ortaya çıkmıştır ki adı geçen şahıs aslında Sultan’ın jurnalcılarından biridir. Karasu, padişahın tahttan indirilmesi fetvasını bir Yahudi olarak değil, İttihat ve Terakki Partisi’nin bir milletvekili sıfatıyla sunan biridir. Padişahın kabinesinde Yahudi bakanların olmasının yadırganmadığı bir dönemde, Yahudi bir Osmanlı milletvekilinin böyle bir misyonu yüklenmesi de yadırganmıyordu.

Unutmayalım ki, Sultan Abdülhamid, bir askeri darbenin sonucunda tahta çıkmıştı; asker ve sivillerin ulemayı da kullanarak yaptıkları bir müdahaleyle tahttan indirilmişti. Siyasî iradeye karşı yapılan her darbeyi lanetlemek lazım. Ayrıca bunu Müslüman ya da Yahudi’nin yapması arasında da bir fark yoktur.

Sultan Abdülhamid ve Yabancı Elçiler

Sultan Abdülhamid’in yabancı Büyükelçilerle, diplomasinin gerektirdiği nezaket ve hassasiyetle muhatap olduğuna dair yüzlerce örnek vardır.

Diplomasinin gu¨cu¨ne inanan II. Abdu¨lhamid, saltanatı boyunca u¨lkeler arasındaki ilişkilerde diplomatik nezaket ve teşrifata hep riayet etmiştir. Sultan’ın bu tarafı, onu seven veya sevmeyen herkes tarafından kabul edilmektedir. Sadece yurt dışından gelen yabancı misafirlere ve onların maiyetindeki kimselere değil, aynı nezaket ve hassasiyeti kendi ülkesinde yerleşik yabancı misyon şeflerinden de esirgememiştir.

Her ne kadar TRT’de yayımlanan “Payitaht Abdülhamid” dizisinde, Sultan bir tokatla İngiltere Büyükelçisini yere seriyorsa da , bunun tarihî gerçeklikle zerre kadar alakası yoktur. Hani meşhur bir sözümüz var ya, “ Merd-ı kıpti, faziletin beyan ederken sirkatin söyler” Yani, “Kıpti vatandaş, faziletlerini anlatacağı zaman yaptığı hırsızlıkları anlatır.” TRT de Sultan Abdülhamid’e kahramanlık yaptıracağım derken onu bir mahalle kabadayısına çevirmiştir. Koca bir ülkenin padişahı Abdülhamid, bütün diplomatik teamül ve nezaketi ayaklarının altına alarak üzerinde güneş batmayan imparatorluğun elçisine kendi makamında dayak atıyor. Bu akla ziyandır. Denecektir ki, bu bir belgesel değil, bir dizidir. Senarist istediği gibi tarihi eğer büker.

Hayır efendim, milletin parasıyla milletin kanalında sırf hamaset adına böyle bir tarih saptırmasını kimsenin yapmaya hakkı yoktur. Sanırım bugüne kadar, tarihin gördüğü en ultra manyak devlet başkanı Amerika devlet başkanı Trump’tır ama o bile böyle bir densizlik yapmaz. Merhum Necip Fazıl’ın ünlü beyitini biz yıllar yılı kült yaratma sevdalısı olan Kemalist tarih yazıcıları ile alay etmek için söylerdik:

“Bülbüllere emir var: lisan öğren vakvaktan; Bahset tarih, balığın tırmandığı kavaktan!“

Ne yazık ki, şimdi milletin kanalı, milletin parasıyla millete balığın tırmandığı kavaktan söz ediyor.

İnsanımızın önemli bir kısmının okumadığı, sadece seyrettiği hesaba katılırsa, tarihî sinema filmi ve dizileri yapanların bu hususu göz önünde bulundurmaları aslında toplumsal bir sorumluluktur. Ne Kanunî, Muhteşem Yüzyıl’daki Kanunî’dir, ne de Sultan Abdülhamid, söz konusu dizideki Sultandır. Hele hele bir dizi devletin resmî kanalında yayımlanıyorsa sorumluluğunuz bir kaç kat artıyor demektir.

Hamaset, tarihi gerçekliğin en büyük düşmanıdır. Boya ve makyaj kişiyi kendisi olmaktan çıkarıyorsa orada ciddi bir yanlışlık vardır.

Sultan, kendisiyle görüşen veya ziyaret eden yabancılara çok nazik davranmakla kalmayıp onları hediyelere de boğuyordu.

Sadece büyükelçilere değil, öyle anlaşılıyor ki,Sultan elçiliklerin daha alt kademedeki meslek memurlarına da hediyeler veriyordu. İngiliz Devlet Arşivi’nde araştırmalar yaparken ilginç bir yazışmayla karşılaşmıştım. Hatta bu konuyu Türkiye’ye döndükten sonra Dergah Mecmuası’nda yayımladım. Söz konusu olay şöyle cereyan eder:

Yıl 1878. Ruslar 93 Harbinin galibi olmuş ve Yeşilköy’de karargah kurmuşlardır. Osmanlı’nın İngiltere’ye en çok muhtaç olduğu günler yaşanıyor. Sultan, İstanbul’daki İngiltere Büyükelçiliği’nin 1. Katibi Mr. Sandison’a, çok kıymetli mücevherlerle süslü bir enfiye kutusu hediye etmek ister. Sandison, Büyükelçi’nin bilgisi ve onayı olmadan bu hediyeyi kabul edemeyeceğini kibar bir dille Sultan’a arz eder. Mr. Sandison, büyükelçiliğe gelip Büyükelçi Henry Layard’a ne yapması gerektiğini sorar. Layard ise Dışişleri Bakanı Lord Salisbury’nin bilgisi ve onayı olmadan kendisine “al” veya “alma” diyemeyeceğini söyleyerek konuyu resmî bir yazıyla Dışişleri Bakanı Lord Salisbury’e bildirir. Salisbury cevabî yazıda, selam kelam faslından sonra işin özüne yönelik şöyle yazar:

“Bu konuda bir karar vermeden önce, söz konusu hediyenin hangi hizmete karşılık olarak ihsan edilmek istendiğini bilmek isterdim.” (Public Record Office. F.O: 195-1169, No.828)

Bu yazışmalara İngiliz devlet arşivinde rastlayınca doğrusu hem şaşırmış hem de bu hassasiyeti takdir etmiştim.

İngiltere’nin 19.Yüzyıldaki konumu ABD’nin bugünkü konumundan da daha güçlüydü. Hal böyle olunca İngiliz Elçilerin de belirgin bir ağırlığı vardı. Bütün tarihçiler bilir ki, o gün için “düvel-i muazzama” yani büyük devletler denince akla İngiltere, Fransa ve Rusya gelirdi. Haliyle onların elçileriyle olan görüşmelerde de daha bir hassasiyet gösterildiği unutulmamalıdır.

Mehmet Akif Ersoy’un,“Üzengi öpmeye hasretti, garbın elçileri.“dediği devirler çoktan geride kalmıştı. Dikkat ederseniz zaten Akif de geçmiş zaman kipi kullanıyor: “Hasretti” diyor, “Hasrettir” demiyor.

Sultan Abdülhamid İngiltere’ye Niçin Sığındı?

Şimdi geliyoruz ana başlıktaki sorunun cevabına. Doksanüç Harbi olarak bilinen 1877-78’deki Osmanlı-Rus Savaşı’nda, Osmanlı ağır bir yenilgi almış, Ruslar hem Doğu’dan hem de Balkanlar üzerinden Osmanlı Devleti’nin topraklarının önemli bir kısmını işgal etmişlerdi. Rumeli’deki yüz binlerce Türk, Müslüman perişan bir halde topraklarını terk ederek İstanbul’a doluşmuş vaziyettedir. Ruslar, o gün Ayestefanos olarak bilinen Yeşilköy’e kadar gelmiş ve her an İstanbul’u işgal edebilecek bir pozisyon almışlardır.

Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin fikri liderlerinden biri olan Ali Suavi, Galatasaray Sultanisi’nin Müdürü iken, İngiliz Büyükelçisi’nin girişimleri sonucu görevinden alınmış, daha sonra Bombay’a konsolos olarak gönderilmesi gündeme gelmiş, İngiliz elçisi buna da engel olmuştur.

Kişisel olarak gayrimemnun olan Ali Suavi, ülkenin gidişatından da memnun değildir. Suavi, Sofya’da Ticaret Mahkemesi Reisi olduğu yıllarda Rumeli’deki Müslümanlarla derin dostluk bağları kurmuştur. Aç, perişan ve kendi haline terkedilen, sokaklarda barınan yüz binlerce Rumeli göçmeni patlamaya hazır bomba gibidir. Zaten kaybedecek bir şeyleri de yoktur. Suavi, başına topladığı bin kadar muhacirle bir saray darbesi yapmak niyetiyle 20 Mayıs 1878’de Çırağan Sarayı’nı basar. Burada güvenlik güçleri ile meydana gelen çatışmalar esnasında Beşiktaş Zabıta Amiri meşhur Yedisekiz Hasan Paşa, Suavi’nin kafasına bir sopayla vurarak onu öldürür. Muhacirlerin bir kısmı öldürülür, bir kısmı ise tutuklanır. İşte dananın kuyruğu bu olaydan sonra kopar.

Olayın hemen ertesi günü Padişah, İngiltere’nin İstanbul’daki Büyükelçisi Henry Layard’ı Saray’a davet etmiştir. Elçi’nin Londra’ya gönderdiği “Top secret and very confidental” ( çok gizli ve çok mahrem ) damgalı yazısında, Sultan’ı çok endişeli bulmuştur. Her zaman aralarında tercümanlık görevi yapan Küçük Sait Paşa bile bu sefer görüşmeye alınmamıştır. Sultan’ın Rum asıllı özel doktoru Dr. Mavroyeni tercümanlık görevi yapmak üzere içeridedir.

Sultan, Elçi’ye Çırağan Olayı’nın sadece Ali Suavi ve birkaç yüz muhacirin girişimi olmadığını, bu olayın arkasında ordunun ve yüksek bürokrasinin bulunduğunu söyleyerek yardım istemiştir. Sultana göre kendisinin tahttan indirilerek çoluk çocuğuyla birlikte perişan edilmek istendiğini, Topkapı Sarayı’nın loş odalarına kapatılması halinde buna dayanamayacağını söyler. Layard’a, şahsına ve ailesine yönelik daha ileri bir hareketin olması halinde İngiltere’nin kendisini koruyup korumayacağını sorar.

Layard, bu konuyu Londra ile paylaşmadan ve oradan talimat almadan şahsen bir karar veremeyeceğini söyleyerek ayrılır.

Elçi,Dış İşleri Bakanı Lord Salisbury ile şifre sistemiyle yaptığı yazışmalardan sonra iki gün sonra tekrar Sultan’ın huzuruna çıkar. İçerde yine Sultan’la Elçi’den başka sadece Dr. Mavroyeni vardır. Layard, Sultan’a, “ Majesteleri Kraliçe, sadece Sultan’ın şahsını ve ailesini değil, Küçük Asya ( Anadolu )’daki bütün topraklarını korumaya taliptir.” der. Sultan, bu habere sevinmiştir. Ne var ki, İngilizlerin hiç bir ihsanı karşılıksız değildir.

Layard,Kraliçe adına Sultan’dan Kıbrıs adasını istemektedir. Sultan bu talebi kabul etmiş ve derhal işlemlere başlamaları için Başbakan Sadık Paşa’ya talimat vermiştir. Bu arada, Osmanlı-Rus savaşı sebebiyle İzmit körfezinde demirli olan İngiliz donanmasının en büyük zırhlı gemilerinden biri olan Helicon gemisi, herhangi bir durumda Sultan’ı gemiye almak üzere Ortaköy açıklarına çekilmiş ve uzun bir süre burada tutulmuştur.

Nitekim, 24 Mayıs 1878’de Layard’ın Sultan’a ilettiği taleple ilgili çalışmalar hızla tamamlanmış, imzalanan antlaşma ile Kıbrıs 4 Haziran 1878 tarihinde üs olarak kullanılmak üzere İngiltere’ye bırakılmıştır.

Antlaşmadan kısa bir süre sonra, Sultan pişman olmuş, Başbakan’a yazdığı bir layihada, o zaman içinde bulunduğu kötü ruh hali ve hastalığını gerekçe göstererek konunun İngilizler’le yeniden müzakere edilmesini istemiştir. Ancak atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiştir. Kıbrıs elden gitmiş ve Kraliçe, bu başarısından dolayı Elçi Layard’ı “Grand Croos” nişanıyla ödüllendirmiştir,

Bu görüşmelerle ilgili yüzlerce sayfalık resmî yazılar, telgraflar ve layihalar, İngiliz Devlet Arşivi( Public Record Office ) ile Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde bulunmaktadır. Belgelerin fotokopileri ve referanslar ise aşağıda zikredilen eserde yer almaktadır.

(Bkz. Hüseyin Çelik, Ali Suavi ve Dönemi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1994, s. 404-429, 725-748)

Korku, Allah tarafından insanlara hayatın korunması için verilen bir sigortadır. Ancak korkunun kontrolden çıkmış şekli evhamdır. Ne yazık ki Sultan Abdülhamid’in vehimleri cinnet derecesindeydi. Evet zor bir dönemin padişahıydı, suikaste uğramıştı, şehzadeliğinden beri çok şey görüp geçirmişti. Bütün bunlar mizacıyla birleşince işte bu mütevazi yazı dizisinde tanıtmaya çalıştığımız Sultan Abdülhamid ortaya çıkıyordu.

Abartılı Abdülhamid güzellemeleri yapanlara da Nedim’in “Haddeden geçmiş nezâket, yâl ü bâl olmuş sana” beyitiyle başlayan ünlü gazelindeki son beyti hatırlatmak isterim. Şair Nedim, bu gazelde, aslında hiç var olmayan bir güzeli, çok abartılı bir biçimde, uzun uzadıya niteledikten sonra aslında böyle bir güzelin var olmadığını, kendisine bir anlık bir peri yüzü göründüğünü, bir hayal gördüğünü

Yorum Yaz